Sabah alarmlarını çok erken saate kurdular; yola erken koyulmaları gerekiyordu, balık pek bol olurdu sabah suyunda. Uykuyu pek seviyorlardı; uyanıp kalmasınlar diye hem kadın hem adam alarmlarını ayrı ayrı kurdu, beşer dakika arayla. Ya çalmazsa diye düşündüler içlerine kurt düştü mobil telefonlarının alarmlarını kurmuşlardı ama olsundu, masa saatini de sabahın körüne 03.00’e kurdular. O gece yine geç yattılar bu geç yatma alışkanlık olmuştu, geç yatıyorlar, öğlen uyanıyorlar, böyle geçiyordu zamanları, işyerine yumruk gibi şiş gözlerle gidiyorlardı. Yanlarında çalışan kalfa cin gibi genç bir delikanlıydı, ona çok güveniyorlardı. İşyerine açıyor, kapatıyor, hesapları tutuyordu sanki mekanın sahibiymiş gibi.
Sabaha karşı üç gibi önce kadının beş dakika sonra adamın alarmı çalmaya başladı, uyanamadılar, on dakika sonra masa saati hiç durmadan ortalığı ayağa kaldırınca ikisi birden yorgun gözlerini araladılar. Çok içmişlerdidün gece yine. Hem de ne içmek. Adam öfkeyle masa saatini susturdu, yatağa dönüp tam yatacaktı ki, kadın zıpladı yataktan, hızlı bir şekilde soyunmaya başladı, doğu banyoya koştu buz gibi suyun altına attı kendini. Ağustos ayının en sıcak günleriydi, geceden sabaha hep sıcak hep nemli bir hava çökmüştü kentin üzerine, kaldırmak ne mümkündü, sonbaharı beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.
Kadının ardından adam da çıplak yatmıştı zaten üzerinde beyaz bir şort vardı, yatağa oturup çıkardı şortunu, kadının arkasından o da banyoya koştu. Soğuksu ikisini de gerçek anlamda uyandırdı. Öte yandan masa saati tekrar çalmaya başladı. Apartmanda komşu dairedeki insanlar uyanmasın diye adam sular üstüden akarak yatak odasına koştu, bu kez saatin akrebiyle oynadı, alarm durumundan çıkardı. O sırada kadın banyodan çıkmış saçlarını kurutuyor, bir yandan da elinde telefon taksiye talimat veriyordu.
Tek düzenli yaptıkları balık tutacakları oltaları bir kutunun içinde korumaktı. Boş zaman bulduklarında karı koca ikisi de yeni oltalar, yeni iğneler yapar, bir sonraki balık avının hazırlıkların yaparlardı. Yine de ikisi de çantayı açıp av malzemelerine bir göz attılar. Her şey yerli yerindeydi, o sırada kadının telefonu çaldı, arayan taksi şoförüydü, apartmanın önünde beklediğini söyledi. Birer şort çektiler altlarına, üste de kolsuz atlet gibi bir şeyler giydiler. Kedinin mama tasını yeni kuru mama ile doldurdular çıkman önce, kumun üstündeki eski kakaları temizledi kadın, yeni temiz kum koyup kakaları bir naylon torbaya doldurdu.
Taksici bir kez daha çaldırdı telefonu, kadın hiddetlendi, zaten genel olarak öfkeli, hemen her konuya çok hızlı tepki veriyordu. Şoföre küfürü salladı, kapattı yüzüne.Evi son kez kontrol edip aceleyle çıtılar, adam bir anda evin anahtarını aynanın önünde unuttuğunu söyledi Neyse ki kadının çantasında yedeği vardı, yoksa yine hiç yere kıyamet kopacaktı. Dördüncü kattan merdivenleri üçer beşer hızlı bir şekilde indiler. Şoför gergin, kapıları açmış, kadına çatacak gibi bakıyordu, ancak kadın öfkeli halini görünce pek cesaret edemedi. O sırada caddeden tek tük araç geçiyordu, sokağın sessizliği, taksinin kapılarını sert bir şekilde kapanmasıyla son buldu. Şoför, arka lastiklere patinaj yaptırarka, sanki küfürün karşılığını vermenin keyfini yaşadığını düşünerek gaza bastı. Motorun çıkardığı gürültüyle öfkelenen kadın, şoföre yine hokkalı bir küfür sallayarak, mahalle sakinlerine rahatsızlık verdiğini söyledi.
Balık tutacakları köye varmalarına yaklışık bir saat vardı, güneşin tepelerine doğmasını istemiyorlardı, ancak, banyo, kedi maması, derken saat sabahın dördü olmuştu bile. Geç kaldıklarını düşünerek adamla kadın tekrar tartışmaya başladı. Şoför dikiz aynasından kadının öfkesini kontrol edemediği için bıyık altında gülüyordu, ona savrulan küfürlerin karşılığı gibi görüyordu tartışmalarını. Bu kez adam telefonuyla birini aradı, kadın sinirle kimi aradığını sorduğunda, kayıkçı cevabını alınca, biraz utandı, yüzü kızardı. Balıkçı sahildeki üçüncü ahşap iskelede kendilerini beklediğini söyledi. Hatta onlara sormadan bolca yem bile aldığını söyleyince, ikisi arasında yeni bir tartışma konusu başladı. Nasıl olur da yem almayı unuturlardı. Neyse ki balıkçı bu sorunu çözmüştü.
Üçünçü ahşahp iskeleye vardıklarında güneşin ışıkları gökyüzünü aydınlatmaya başlamış, daha güneş doğmadan hava ısınmaya nemin bunaltıcı etkisi kendini göstermeye başlamışı bile. Balıkçı tekneye dikkatli binmelerini tembihledi, hafif su aldığını, ancak onları götüreceği yere kadar bir sorun yaşanmayacağının garantisini verdi. Adamla kadın, yine de ürkerek bindiler tekneye, balıkçı, motoru çalıştırmak için marşa bastı, egsozdan çıkan duman ortalığı kapladı, mazot kokusu genizlerini yaktı. Bir anda sustu motor, balıkçı birkaç kez yeniden çalışıştırdı motoru. Kayı sakin sularda süzülerek yol almaya başladı, akasında minik dalgalar bırarak.
Balık tutacakları yere vardıklarında güneş çoktan çıkmış, nem oranı hızlı bir şekilde yükselmeye başlamıştı. Balıkçı dar sahile dikkatli bir şekilde yanaştı, kayığın burnunu çakıllı zemine dayadı. Kadınla adam indikten sonra ota takımının bulunduğu çantayı ve bir kova dolusu balık yemini acelece uzattı. İşleri bittiğinde, dönmek istediklerinden bir saat önce aramalarını istedi balıkçı. Arkasına bile bakmadan, tam yol verdi motora. Egzozdan çıkan motor sahili bir anda is içinde bıraktı, kadın balıkçıya okkalı bir küfür savurdu, motor gürültüsünden balıkçı duymadı bile, gözden kayboldu gitti.
Kadınla adam balıkçı tutacakları zemine çıkmak için tırmanmak zorunda kaldılar, oturacakları bir alan yaratmak için, taşları ve dikenli otları dikkatli bir şekilde temizlediler. Çünkü akşam güneş batana kadar burada avlanacaklardı. Oltalarını çıkardılar, yemleri iğnelerin ucuna takıp, atabildikleri kadar uzağa fırlattılar. Birkaç dakika içinde misinalar titremeye balıkların minik vuruşları ava heyecan katmaya başlamıştı. Ardı ardına balık tutmaya başladılar, birkaç derken, onlarca, kilolarca balıkla doldu deniz suyu dolu kovaları.
Kendilerini öyle kaptırmışlardı ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. Karınları acıktığında, yanlarına hiçbir şey almadıklarını anladılar. Nasıl da böyle bir şey yapıldığı konusunda birbirlerini suçlamaya başladılar. Dakikalarca tartıştılar, baktılar ki tartışmanın anlamsızlığı ortaya çıkmaya başladı, balık tutmaya devam ettiler. Adam bir ara terini silerken, kadından biraz su vermesini içinin yandığını söyledi. Buz kutusunu açan kadın, sadece bir şişe sularının olduğunu, minik yudumlarla akşama kadar idare etmeleri gerektiğini söyledi.
Güneş tepeyi ulaşmış, doğrudan onları yakmaya, bunaltmaya başlamıştı. Zaman geçtikce balık tutmak bir işkenceye dönüşmeye başlamıştı. Suları bitmiş, yiyecekleri zaten yoktu. Daha fazla kendilerine eziyet etmenin anlamsız olacağını düşünerek balıkçıyı aradılar, karşıdan ulaşılamıyor kaydı gelince, beş on dakika sonra tekrar denediler. Yine balıkçıya ulaşılamıyordu, balıkçının şarjının bittiğini veya görüşmenin yapılamayacağı bir noktada olduğunu düşündüler. Defalarca aramalarına rağmen, balıkçıya ulaşamayınca, balıkçının kendiliğinden geleceğini ve onları alacağını düşündüler.
O saatlerde balıkçı köyünde ağıtlar, feryatlar göğe yükseliyordu, kadın ve adamı karşı kıyıya bırakan balıkçı kalp krizi geçirmiş, sağlık ocağına kaldırılmış, orada ilk tedavisinin ardından devlet hastanesine gönderilmişti. Karısı da yanında gitmişti onunla birlikte. Hastanede saatler süren uğraşının ardından balıkçı gözlerini açmış ve iyi olduğunu söylemiş, iki dakika sonra şiddetli bir kriz canını almış, son nefesini karısının kucağında verirken, müşterilerini karşı kıyıya bıraktığını anlatmaya çalışmış ancak sözleri yarım kalmıştı.
Kadınla adam, balık tutmayı bırakmış, güneşten korunmak için çareler aramaya başlamıştı bile. Susuzluk canlarını okumuştu. Balıkçıdan umutlarını kesmiş, köye nasıl döneceklerini, düşünmeye yoksa burada susuzluktan ölüp gidecekleri korkusuna kapılmışlardı. Balık tuttukları alan çok dardı, birbiri üstüne yuvarlanmış gibi duran kayalar duvar gibi gökyüzüne doğru yükseliyordu, kayaların arasındaki toprak zemin nemleydi sadece. Öyle bir sıkışıp kalmışlardı ki, aşağı inseler deniz, yukarı çıksalar, kendilerini nasıl bir ortam bekliyor bilemiyorlardı.
Sıcaktan bunalan adam aklını yitireceğini söyleyerek, toprak zemini yumruklamaya başladı, öfkeyle bağırıyordu, su su diye inliyordu. Sanki o onda, duası kabul olmuştu, bilemediği bir güç onlara yardım elini uzatmıştı. Bir anda toprak zeminden sular fışkırmaya başladı, su oluk gibi akıyordu, bir mucizeydi bu. Birbirlerine sarıldılar, öpüştüler dakikalarca, bu muhteşem olayı kutlamalıydılar. Doya doya, kana kana su içtiler. Akşam güneşi batana kadar balıkçıyı beklemeye başladılar, nasıl olsa, gelip alacaktı onları. Balıkçı ikindi ezanıyla toprağa verilmiş, ailesi, yakınları başında dua ediyordu, bu beklenmedik veda köydeki hemen herkeste şok etkisi yaratmıştı.
Toprak zeminde akan su, zaman zaman duruyor, bazen o kadar hızlı akmaya başlıyordu ki, ikisinin de sevincine diyecek yoktu. En azından içecek suları vardı. Karınlarını suyla doyuruyorlardı. Güneş Batı’ya devrilmeye başlamış, gökyüzü kızarmaya günsonu gelmişti bile. Balıkçıdan umutlarını kestiler, yakınlarını aradılar, bir dağın oyuğunda balık tutarken mahsur kaldıklarını söylediler. Tartışmaktan, kavga etmekten balıkçıyla anlaştıkları köyün adını bile hatırlayamadılar. Dertlerini anlatmak için, jandarma, polis, sahil güvenlik aramadıkları yer kalmadı. Telefonlarının şarjı bitti, hava karanlığa gömüldü.
Çaresiz, gece karanlığı bastırmadan, toparlandılar, dağın keskin yamacına doğru tırmanmaya başladılar. Elleri, kolları kesik içinde kaldı, kadının tırnaklarının pek çoğu kırıldı, ağlamaya başladı, dağın başında ölüp gideceklerini düşündüler. Sabırla tırmanmaya devam ettiler, dikenli bitkiler bacaklarını, kollarını sıyrık içinde bıraktı, vücutlarında kanamayan yer kalmadı. Saatler sonra zirveye ulaştıklarında karayolunun ortasında bir ışık huzmesi gördüler. Tüm yorgunluklarını unutarak, koşarak ışık huzmesine yaklaştılar, bir akaryakıt istasyonuydu; balık avladıkları alanın hemen üstündeydi, onlarca otomobil de yıkanmak için sıra bekliyordu, yıkanan araçlardan akan sular, doğrudan bir oluktan kıyıya ulaşıyor, oradan da bir boru eşliğinde toprağa veriliyordu.