"Önlüğüm Kara, Yakası Kolalı"
Tepecik, Güney Mahallesi'ndeki Ziya Gökalp İlkokulu’nda hademe eline saplı çanı alıp çalmaya başladığında neredeyse evimizden zilin sesini duyardık, o kadar yakındı okulumuz. Servis nedir bilmezdik, annemiz kahvaltımızı hazırlar, karnımızı sıkı bir şekilde doyurur öyle uğurlardı okulumuza. Çantalarımız boyumuzdan büyüktü, içi kitap ve defter doluydu. Haritalar, cetveller, gönyeler, siyah deri kaplı pergel takımı, biri kırmızı olmak üzere kurşun kalemlerimiz, kaybolmasın diye boynumuza astığımız silgimiz, akşamdan hazırlanmış kara önlüklerimiz, ucu mutlaka ceplerimizin üstünden görünecek, temiz, ütülü mendillerimiz ve kar gibi beyaz yakalarımızla okul yoluna düşerdik.
Önlükler siyah, yakalar kolalı. Ah! O kolalı yaka yok mu, akşama kadar boynumuzu baştan aşağı keser, kıpkırmızı bir boyunla dönerdik eve. Nedense ısrar ederlerdi müdürümüz ve öğretmenlerimiz kolalı yaka diye. Annem geceden yakayı kolalı suya yatırır, sabah ise ütüyle taş gibi yapardı. Takması bizim için eziyetti ama annelerimiz bu kolalama işinden zevk alırlardı sanki. Hatta aralarında gizli bir ‘hangimizinki daha beyaz’ rekabeti var gibiydi.
Biz beş ders boyunca hep o kolalı yakaların acısını boynumuzda hisseden beyaz yakalılardık.
Annemin safra kesesi ile sorunu vardı o yıllarda. Sürekli kusuyor,kıvranıyor, ağrılar çekiyordu. Babam annemi hemen karşımızdaki Eşrefpaşa Hastanesi’ne götürüyordu. Ancak hastane o yıllarda tam donanımlı değildi, annemi Devlet Hastanesi’ne sevk ediyorlardı. Sonunda annemi hastaneye yatırdılar. Bizi de yan komşumuz Laika Abla’ya emanet ettiler. Dünya tatlısı bir kadındı, yardımseverdi, oğlu Ahmet ile kızı Gülten de yakın arkadaşlarımdı. Akşamları yemeklerimizi onlarda yiyoruz, yatma zamanı geldiğinde evimize dönüyoruz. Sabahları Laika Abla hiç üşenmiyor bizi uyandırıyor, kendi çocuklarıyla birlikte kahvaltımızı ettirip okula öyle gönderiyor. Kadıncağız nereden bilecek ki, o sabah kolasız yakamı boynuma geçirdim. Geçirmek kolay da, o minicik deliklerden düğmeye geçirmek önemli olan. Öyle bir mücadele veriyorduk ki minik ellerimizle bu işi beceremeyince, bir arkadaşımızdan yardım istiyorduk.
İlkokul ikinci sınıf öğrencisiydim. Saliha Tüzün öğretmenimiz tak tak eden topuklu ayakkabılarıyla sınıfa girdiğinde, sıkıyorsa bir ses çıkar. Pek süslüydü öğretmenimiz, kıpkırmızı bir ruj, gözler rimelli, kaşlarda rastıklar, saçlar arkada topuz, uzun ama upuzun kıpkırmızı ojeli tırnaklar, mini eteğinin üzerinde tiril tiril, rengarenk bir gömlek ve pırıl pırıl parlayan kol düğmeleri. Öyle sabah hemen derse başlamak yok. Önce Amerika’dan gönderilen iğrenç kokan, sınıfın orta göbeğinde kaynayıp duran süttozundan yapılmış o iğrenç suyu, yine kötü kokan plastik bardaklar ile içmek zorundasın.
Haftanın ilk günü mutlaka, kolalı yaka, tırnak, saç, diş, beyaz mendil denetimi yapılırdı. Benim yaka kolasız, annem hasta, Laika Abla farkında bile değil, iki kendisinde, üç kardeş de biz, beş çocuk, hangi birimize bakacak ki! Saliha öğretmen bir hışımla beni tahtaya kaldırdı, intikam büyük olacaktı demek ki, neden okula kolası bile olmayan buruşuk yaka ile gelmiştim. Annemin hasta olduğunu anlatmaya çalışıyor, çevremdeki mahalle arkadaşlarıma bakıyor, onlardan medet umuyordum. Ancak onlar da korkudan çıt bile çıkaramıyorlardı. Öğretmenim beni kulağımdan tuttuğu gibi pencerenin önüne getirdi, kulağımı o uzun tırnaklarıyla öyle bir sıkıyordu ki, beynim acıdan zonkluyordu. Kolasız yaka ile geldiğim için beni kendi yöntemiyle cezalandırıyordu. Tırnakları kulağımda, beni pencerenin önüne sürükledi, bana ne gördüğümü soruyor, ben de sayıyorum; hastane duvarları, duvarların ardında çam ağaçları, önünden geçen troleybüsler, gevrekçiler. Duymak istediği yanıtı alamayan öğretmenim tırnaklarını öyle bir batırmaya başladı ki, delinen kulağımdan kanlar akmaya başladı. Kolasız yakam kan içinde kaldı, sınıfa döndü, aynı soruyu yöneltti, yine yanıt alamayınca, “Pencerelerin camları karedir salak çocuklarım!” dediğinde beni bir gülme krizi tuttu.
Meğer öğretmen ilk ders matematik olduğu için, bana ceza olsun diye aklınca geometri sorusu yönelttiğini düşünmüş. Ben camın pasına kirine, üçgenine karesine değil, camın arkasında akan hayata bakmayı o zamanlar öğrenmişim meğer. Zaten kimin aklına gelirdi ki bu! Böylece, ilkokul ikinci sınıfta pencerenin camlarının kare olduğunu öğrenmiştim.
Okul dönüşü annemi giriş katındaki yün yataklı, kıtık saman yastıklı divanda uzanmış bulduğumda sevincimden öleceğimi sandım. Kanlı yakamı gören anneminse hikayemi dinlerken üzüntüden öleceğini sandım.
Öğretmenin yaptıklarını anlattım, ses çıkarmadı, gidip kızmadı bile! Hasta haliyle kalktı, yakamın minik düğmelerini ip gibi örülmüş ilikten çıkarıp beni kanlı yakadan kurtardı, önce kulağımı temizledi, sonra o değerli yakamı sabunladı, ovaladı, çitiledi, ne kadar uğraşsa da kolasız yakadan kanı çıkaramadı. Sinirlendi, kendi kendine söylendi, iki buçuk lira verdi, yüncü Fethiye Abla’ya gidip yeni bir yaka aldırttı. Kolasız yaka ile başlayan günüm, pencerenin karesiyle devam etti, delik ve kan içinde bir kulak memesiyle eve dönüp, yeni bir yakaya kavuşmamla son bulmuştu. Biz hayatımız boyunca hep o kolalı yakaların acısını boynumuzda hisseden beyaz yakalılardık.